
Kültür tarihçisi Dr. Latif Çelik, Cumhuriyet’in Anadolu insanına kazandırdığı değerleri kültür tarihçiliği metodolojisi üzerinden değerlendirdi. Dr. Çelik’e göre Cumhuriyet, yalnızca bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda Anadolu insanına “kim olduğunu öğreten” bir kimlik devrimidir. Bilimsel tarih perspektifiyle bakıldığında, iki yüz yıllık geri çekilme ve yenilgilerin Cumhuriyet ile birlikte durdurulduğu açıkça görülmektedir. Ancak yenilikçi-gelenekçi çekişmesinin bir “kör dövüşü” biçiminde sürmesi, toplumun tarihe olan ilgisini zedelemektedir.
Günümüzde aşırı uçlarda devam eden abartılı iddialar ve mesnetsiz tartışmaların gençlerin özgüvenini zayıflattığını vurgulayan Dr. Çelik, “Bu belirsizlik ortamı tam da Cumhuriyet karşıtlarının aradığı puslu havadır.” değerlendirmesinde bulundu.
Dr. Çelik, “Cumhuriyet, Anadolu insanının ayağa kalktığı, kendini tanıdığı ve geleceğe güvenle bakmaya başladığı büyük bir tarihsel dönüm noktasıdır.” ifadelerini kullandı. Yaklaşık 45 yıldır Almanya’da yaşayan ve Alman arşivlerinden Kurtuluş Savaşı yıllarında Alman bilim insanlarının Cumhuriyet’e olan katkılarını belgelendiren Dr. Çelik, Cumhuriyet’i “her şeyden önce doğru tespit ve hür düşünenlerin bir eseri” olarak nitelendirdi.
Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının eseri Cumhuriyet, kurucu lider Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının Türk milletine armağan ettiği en önemli eserdir. 29 Ekim 1923 sabahı Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte bir devir kapanmış, yeni bir dönemin sayfaları hızla yazılmaya başlanmıştır. Bu yeni dönemin doğru anlaşılması, her Türk vatandaşı için son derece önemlidir.
Türkiye’nin 29 Ekim 1923’te dünyaya ilan ettiği “Türkiye Cumhuriyeti”, o günün yerli ve yabancı ajanslarının bir numaralı haberi hâline gelmiştir. Devletin adı henüz telaffuz edilmese de, millî egemenlik ve hür seçimlere dayalı, Avrupa ile savaşı sona erdiren çağdaş ve modern bir cumhuriyet olacağı açıktı. Bundan birkaç ay önce, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile yeni Türk devletinin bağımsızlığı dünya devletleri tarafından resmen tanınmıştı. Lozan’daki imzalar, Türk milletinin binlerce kilometrelik cephelerde sürdürdüğü uzun savaşların sonunu getirmiş, Mudanya Ateşkes Antlaşması’ndan itibaren süren süreç kalıcı bir barışa dönüşmüştü.
TÜRK MİLLETİ 29 EKİM 1923’E NASIL GELDİ?
Balkan Savaşları, Türklerin kolunu kanadını kırmış, yurtlarını kaybeden milyonlarca insan Anadolu’ya sığınmıştı. Ancak henüz bu göçmenler iskan edilemeden Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Fakir milletin çocukları, geri dönmeyeceklerini bilerek uzak coğrafyalara gönderildi. Yemen’de sıfır başarı ihtimaliyle çarpışanlar, Allahuekber Dağları’nda -35 derecede donarak şehit olanlar, İngiliz toplarına göğsünü siper eden Çanakkale kahramanları, Galiçya’dan sağ dönemeyen Osmanlı tümenleri bu fedakârlığın simgeleriydi. En acısı, Türklerin savunmak istediği kutsal topraklardaki kardeş halkların, bir İngiliz casusu olan Lawrence’ın peşine takılmalarıydı.
Süveyş Kanalı’na yürüyenlerden esir düşen 10 bin Osmanlı askeri, yıllar sonra yurda döndüklerinde gözlerini kaybetmişlerdi. Tarih, bu acıları da unutulmaması için sayfasına not etti.
GENÇ SUBAYLARIN DENEYİMİ VE İHANETİN İZLERİ
Savaşlardan sağ kalan Osmanlı’nın genç subayları, ihaneti, açlığı, dostluğu ve kahramanlığı aynı cephelerde yaşadılar. Dört yıl süren bu yıkımın ardından, Anadolu’nun yalnızca bazı şehirlerini evlatlarına bırakabildiler. Kudüs’ü İngilizlere terk ederken gözyaşlarını tutamayan askerler, aynı anda Arapların Yahudi yerleşimcilerle ve İngiliz işgalcilerle sevinç içinde olduklarını gördüler. Özellikle güney cephelerinde insanüstü bir direniş gösteren Osmanlı askeri, “Müslüman kardeşimden bana ihanet geliyorsa ben burada niçin savaşıyorum?” diye sorgulamaya başladı. Yaralı askerlerin çoğu Anadolu’ya dönerken çöllerde hayatını kaybetti, yalnızca çok azı evine ulaşabildi.
SON VATAN TOPRAĞI VE İŞGAL GÜNLERİ
Okul kitaplarında “Dostumuz Almanya yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık” denilse de, gerçekte Mondros Ateşkes Antlaşması ile silahlar bırakıldı. Ardından Sevr Antlaşması ile Anadolu toprakları paylaşılmak istendi.
Türk milleti ise son vatan toprağını savunmak için Mustafa Kemal ve arkadaşlarının etrafında kenetlendi. “Burası şu devletin, şurası bu devletin” hayalleriyle Türkleri bitmiş sayan işgalciler yanıldılar. Çünkü daha birkaç yıl önce Çanakkale’de “Geçilmez” dedirten Türkler, aynı iradeyi yeniden ortaya koydular. İngilizler, Yunanlıları kışkırtarak Anadolu’nun içlerine kadar ilerlemelerini sağladı.
Fransızlar ise Adana’da Ermeni çetelerini kendi üniformalarıyla donatarak sözde asayiş sağlamaya çalıştı. Ancak kısa sürede Toroslar’daki Karakoyunlu Yörük Türkmenlerinin sert direnişiyle karşılaştılar. Bunun üzerine Fransa, işin pahalıya patlayacağını anlayınca İstanbul’daki kukla hükümet yerine Ankara’daki Mustafa Kemal’e başvurdu ve Türkiye’yi terk eden ilk işgalci oldu. Türk milletinin en ağır şartlarda gösterdiği birlik ve kararlılık, işgalci güçlerin müttefiklik bağlarını bile zayıflattı.
Kâzım Karabekir Paşa’nın Doğu Anadolu ve Azerbaycan harekâtları, millî direnişin simgesi hâline gelen Kuvâ-yi Milliye gruplarının tarihî başarıları olarak kayda geçti; Kafkasya’da doğan çocuklara yıllarca “Kâzım” adı verildi. Ancak esas zafer oyunu ülkenin batısında oynanacaktı.
Türkleri sahneden silmek için Yunan’ı bir maşaya dönüştürenler, “Kemalistler boyunun ölçüsünü alacaklar.” diyerek özgürlük savaşçısı milleti küçümsüyor; Yunan’ı şımartmak gibi ucuz ve ahlâksız bir siyaseti tercih ediyorlardı.
Boğaz’dan emir veren İngiliz işgal komutanı, emrindeki Damat Ferit Hükûmeti’nin çaresiz sadrazamı ve Bursa’da Osman Gazi’nin türbesine saygısızlık eden Yunan komutanı Venizelos, kendilerinden fazlasıyla emindiler. Hepsinin beklediği tek şey, Ankara’da toplanan Mustafa Kemal ve vatansever müttefiklerinin ne yapacağıydı. Emperyalist cephenin biri cahil, diğeri korkak, öbürü hain tek arzusu, Türklerin son vatan topraklarını da ellerinden almaktı.
TÜRKLER KENDİ KADERİNİ KENDİLERİ YAZIYOR
26 Ağustos 1922 sabahı, henüz şafak sökmeden başlayan topçu ateşleriyle Türk ordusunun Büyük Taarruzu harekete geçti. Kısa sürede Tınaztepe ele geçirildi, ardından Belentepe ve Kalecik Sivrisi düşmandan temizlendi. Ertesi gün, şafak sökerken Afyon ovasına sel gibi akan Türk süvarileri, yalnızca bir cepheyi değil, Türk milletinin makus talihini de tarihin sayfalarından silmekte olduklarının farkındaydılar. İşgalciler panik içinde İzmir yönüne çekilirken, Zafertepe Çalköy’de bir evin bahçesinde kırık bir kağnı üzerine muharebe haritasını seren Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, yanında Fevzi Paşa ve İsmet Paşa ile birlikte son durumu değerlendirdi.
Ve o tarihî emir verildi: “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!”
Türk ordusunun durmaksızın, nefes aldırmadan sürdürdüğü bu ileri harekât, sadece Yunan ordusunu değil, onların arkasındaki emperyalist savaş baronlarını da şaşkına çevirdi. Artık Türk milleti, kendi kaderini kendi elleriyle yazıyordu. Afyon’dan sökülen işgalciler İzmir’i yakarak kaçtı ama külü bile çok değerli olan vatanın yaraları tez zamanda sarılmaya başlandı.
LOZAN MASASI’NDA DA ARTIK DAHA GÜÇLÜYDÜK
İzmir’e giren Türk ordusu, önce şehirde asayişi sağladı, ardından ekonomik tedbirleri tek tek uygulamaya koydu. Kısa süre içinde Marmara Denizi’ne yönelen Türk ilerleyişi, Avrupa başkentlerinde büyük bir endişe yarattı. İstanbul, Londra, Paris ve Roma arasında kurulan telgraf hatlarında tek bir soru dolaşıyordu: “Türkleri nasıl durduracağız?” Atina’da ise işler tamamen karışmıştı; Yunan hükûmeti çökmüş, iç huzursuzluk zirveye çıkmıştı.
İstanbul’da Damat Ferit istifa etmek zorunda kaldı, Padişah Vahdettin ise ülkeyi terk etti. İşgal güçleri, bir süre önce zorla girdikleri İstanbul’dan bu kez kendileri çıkmak için teklif götürdüler. Savaş boyunca Yunan ordusunu öne sürerek kendi ellerini kirletmeden sonucu bekleyen İngilizler, bu kez geri çekilmenin yollarını arıyor ve “Gelin görüşelim.” diyerek masaya oturmak istiyorlardı. Bu tablo, İngiliz entrikasını anlamak açısından dikkat çekicidir. Türk ordusu İstanbul’a girdiğinde, yüz binlerce insan dört yıl aradan sonra çocuklarıyla kucaklaştı; sevinç çığlıkları her evden duyuluyordu. Savaşı başlatan işgalciler, zaferin ardından Türkleri Lozan’a barış görüşmelerine davet etmek zorunda kaldılar. Sonunda, uzun ve zorlu müzakerelerin ardından işgalciler, “Geldikleri gibi gitmeyi” kabul ettiler. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile Türk askerini selamlayarak İstanbul’dan ayrıldılar.
YENİ DEVLETİN YENİ REJİMİ
13 Ekim 1923’te Ankara, Türkiye’nin başkenti ilan edildi. Artık yeni kurulan devletin bir isme ve bir devlet başkanına ihtiyacı vardı. O tarihe kadar Mustafa Kemal Paşa, hem devlet başkanlığı hem de TBMM başkanlığını yürütmekteydi. Bunun yanı sıra, bazı yabancı devletler de Türkiye’deki yeni rejimin açık ve net biçimde tanımlanmasını istiyorlardı. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet resmen ilan edildi. Böylece “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” ilkesi hayata geçirilmiş oldu. Mustafa Kemal Paşa, Cumhuriyet’i ilan ederken, yönetimin getirdiği demokratik anlayışın zamanla daha da genişletilmesini ve ülkede çoğulcu demokrasinin kökleşmesini amaçlıyordu.
CUMHURİYET’İN İLANI İLE NE DEĞİŞTİ?
Millî Mücadele’nin en başından beri hedeflenen ulusal egemenlik anlayışı, Cumhuriyet ile en büyük adımını attı. Yönetim kadroları yeniden düzenlendi; başbakan, cumhurbaşkanı ve meclis başkanı yetkileri birbirinden ayrıldı.
Türkiye’nin ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk oldu. İlk Başbakan İsmet İnönü, ilk Meclis Başkanı ise Fethi Okyar’dı. Fevzi Paşa zaten ordunun başında bulunuyordu.
Böylece “Meclis Hükûmeti Sistemi” tarihe karıştı ve bakanlar kurulu kabine sistemine geçildi. Yürütme işleri hızlandı, devletin işleyişi modern bir yapıya kavuştu. En önemlisi, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu tüm dünyaya ilan edildi.
CUMHURİYET’İN HAYATA GEÇİRDİĞİ YENİLİKLER
Cumhuriyet idaresi, 29 Ekim 1923’ten sonra ardı ardına birçok yeniliği hayata geçirdi. Bunları ana hatlarıyla şöyle özetleyebiliriz:
- Ulusal egemenlik ve demokrasi anlayışı sağlam temellere oturtuldu.
- Yeni kurulan Türk Devleti’nin rejimi belirlenerek tartışmalara son verildi.
- Yetki karmaşası ortadan kaldırıldı, yönetimde görev ve sorumluluklar netleştirildi.
- Medreseler kapatılarak modern okullar açıldı.
- Harf Devrimi ile Latin harfleri kabul edildi.
- Modern üniversiteler kuruldu.
- Kıyafet ile giyim kuşamda yenilikler yapıldı.
- Ölçü birimleri değiştirildi.
- Soyadı Kanunu çıkarıldı; Mustafa Kemal’e “Atatürk” soyadı verildi.
- Kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı, yasalar önünde kadın-erkek eşitliği sağlandı.
- Laiklik ilkesi anayasaya girdi; din ve devlet işleri birbirinden ayrıldı.
- Dini esaslara göre çalışan mahkemeler kaldırıldı.
- Tarımda yeni aletler kullanılmaya başlandı; köylere elektrik ve telefon götürüldü.
- Ülkenin dört bir yanında yollar, köprüler, barajlar, limanlar, fabrikalar, havaalanları ve demiryolları inşa edildi.
- İmkânlar ölçüsünde yabancı şirketlerin imtiyazları ellerinden alındı, sanayi tesisleri millîleştirildi.

Cumhuriyet bir bedeldir; bu bedelin karşılığı ise Türkiye coğrafyası üzerinde yükselen Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’dir. Cumhuriyeti gerçekten anlamak için tarihi doğru okumak ve geleceğe dair umutları yine bu coğrafya merkezli olarak düşünmek gerekir.
Cumhuriyet’in değerini kavrayabilmek için, ondan önceki on yılın sancılarını ve mücadelelerini bilmeden bir yorum yapmak mümkün değildir. Uzak cephelerde canını veren binlerce şehidin kahramanlıklarını birkaç satıra sığdırmak imkânsızdır. Onların anlaşılması, ancak bugün kendilerine dualar gönderebilenlerin kalbinde mümkündür.
Çoğunun mezar taşı bile olmayan bu kahramanların yenildikleri cepheler, onların başarısızlığı değil, insanlığın samimiyetsizliği, cehaleti, bilgisizliği ve ihanetinin bir göstergesi olarak görülmelidir.
CUMHURİYET’İN ANLAMI
Cumhuriyet, demokrasinin en sağlıklı biçimde hayat bulduğu rejimin adıdır. Ulusal egemenlik esastır ve milletin kendi kaderini kendisinin tayin etmesini sağlar. Cumhuriyet döneminde yaşanan sıkıntılar, rejimin hastalıklı olduğundan değil, kimi bürokrat elitlerin yanlış uygulamalarından ve halkın eğitim seviyesinin düşük olmasından kaynaklanmıştır. Halka yukarıdan bakan bir anlayış, zorlama ve dayatmalarla ülkeyi yönetmeye çalıştıkça halk ile arasındaki bağ zayıflamış; bu da milletin devletine soğuk gözlerle bakmasına yol açmıştır.
TARTIŞMALAR VE ELEŞTİRİLER
Cumhuriyet’in öncü kadroları, 80 yıl boyunca eleştirildi. Ancak bu eleştiriler çoğu zaman yapıcı bir değerlendirme olarak görülmedi; tam aksine, “ihanet” damgasıyla yaftalanarak karşı cepheye itilmenin gerekçesi oldu. On yıllar boyunca halkın bir kısmı, geçilmekte olan nazik köprüde önder kadroya destek olmak yerine, yola diken döşediklerinden şikâyet edildi. Oysa karşı kanatta yer alanların çoğu, gelenekçi bir dünyadan geldikleri için hızlı değişimi kabullenemeyen, özellikle kültürel kayıpların geri döndürülemez olacağına inanan insanlardı.
YENİLİK VE MUHALEFET ARASINDA
İdari kadro, her alanda köklü ve kaçınılmaz reformları gerçekleştirmek isterken; muhalifler, hızlı devrimlerin Türk milletinin sosyo-kültürel yapısında onarılmaz yaralar açacağını savundu. “Batı’ya yaklaşmak, bilime ve muasır medeniyete koşmak, dinî değerlere uzak kalmak demek değildir.” diyenler ile yenilikçi iktidarın keskin adımları çoğu zaman ortak bir noktada buluşamadı. Oysa dünyanın en stratejik noktasında yer alan Türkiye için ortak akıl, milletin bekası açısından vazgeçilmezdi.
CUMHURİYET SERÜVENİ VE MİRASI
Son Türk Devleti’nin Cumhuriyet serüvenine tarihsel bir bakış attığımızda, 29 Ekim 1923’te 11 milyonluk bir nüfusla kurulan Cumhuriyet’in kurucu nesilleri artık hayatta olmasa da, onların mirası yaşıyor. “Ey Türk Gençliği” hitabında dile getirildiği gibi, Cumhuriyet’in gerçek sahibi yeni nesillerdir. Türk gençliği, bu emanete sahip çıktıkça, “Bu ülke benim.” dedikçe, Cumhuriyet fikri ve vicdanı hür nesiller yetiştirmeye devam edecektir.


